1 Şubat 2011 Salı

30 Aralık 2010 Perşembe

Kabal World Of Warcraft

Göksel Gör Beni:) 

14 Eylül 2009 Pazartesi

Umut Ama Nereye Kadar

Öğretmen sınıfta öğrencilerine bir öykü ile umut’u anlatmaya karar verdi.Bazen umutların umutsuzluğa döndüğü anları hissettirmek adına..

Dinleyin ve ders çıkartın diyerek başlamıştı anlatmaya:

Bir gün bir kuş varmış hayallerine uçmak isteyen sevdiğine gitmek mutlu olmak isteyen..bir gün karar vermiş uçacakmış, ne kadar uzun olursa olsun yol hiç fark etmez gidecekmiş hayallerinin peşinden,sevdiğine kavuşacakmış..uçmuuş,uçmuuş ama çok küçükmüş kanatları ne kadar hızlı kanat çırpsada gittiği mesafe hep aynıymış..Rüzgar çıkmış karşısına gülmüş..

-Nereye gidiyorsun? Ben senden güçlüyüm kırarım kanatlarını, silerim umutlarını demiş ve küçük kuşun kanadını kırıvermiş..

Kuş acı ile yere düşerken anlamış ki ne kadar istersen iste o yolda ölsende olmazsa olmuyormuş istediği şey..

Kendi küçük lakin hayalleri büyükmüş, rüzgar güçlü, yolda uzunmuş ve istemekte yetmiyormuş mutlu olabilmek için..

Öğrencilerin içindeki sarp ise hikayeyi hem dinliyor hem de sevdiği kızın resmini defterine çiziyormuş.Umutsuz mu olmalıyım acaba diye içinden geçirirken öğretmenin sinirli sesi karşısında kendine gelmiş.

-Sarp beni dinlemiyorsun galiba..

-Yook dinliyordum öğretmenim lakin o arada da birşeyler çiziyordum derken resmi sıranın altına koydu.

-Yok öyle! ben bu tembel öğrenci numaralarını bilirim, bak tarih bile veriyorum sana ve bu anlattığımla ilgili imtihan olacaksınız..Sınavda sen çalışmadan da yaparsın herhalde yada bildiğin sorular çıkar ha göreceğim o zaman..

Sarp yine daldı gözlerine aşık olduğu esmer kızı düşündü.O yanında olduğu sürece tüm sınavlar ona vız gelirdi.Ama ya kuş misali onun sevgisini kazanmak için yaptığı tüm çabalar boşa giderse diye bir iç geçirdi ve ondan gerçekten hiç ayrı yaşamamayı diledi rabbinden..
Öyle bir imtihan çok zor olurdu kendisi için..

Tam böyle düşünürken zil çaldı..

Düşündü hemen onun yanına gitmeliyim ve bu çizdiğim resmi ona vermeliyim..bir an durakladı onunda gerçek bir fotoğrafını istemeliyim evet istemeliyim umutlarım ve sevgim adına..

Koşarak merdivenlerin trabzanlarından kayarak dışarı attı kendini..

**** *******
Uğur Demiröz

Kahrolası Gururum (1)

Temmuzun sonu, ortalama sıcaklığın otuz derece civarında dolaştığı yaz günlerinden birinde, işimden çıkıp eve dönmek için otobüs durağına çıkmıştım. Sıcak ve telaşlı bir gün sona ermiş, mesai saatinin bitmesi ile kalabalıklaşmış durağa yürüyordum. Akşam saatleri olmasına rağmen, gün boyu klimalı ortamda çalıştığım için sıcaklığın tam farkına varamadığımdan dışarı çıkar çıkmaz terlemeye başlamıştım. Biraz bekledikten sonra gelen araca bindim ve boş bir yere oturdum. Çantamdaki romanı çıkarıp okumaya başladım. İşe geliş ve gidişlerde bu zamanı okuyarak değerlendiriyordum genellikle.
Otobüs hastane durağına gelene kadar pek dolmamıştı. Ama hastane durağı her zamanki gibi çok kalabalıktı gene. Mesai saatinin de bitmiş olması nedeni ile her kes evlerine dönüyordu.

Arka koltuklardan birinde oturuyordum. Gözüm birden gelen genç bir kıza takıldı. Yüzünü görünce oldukça şaşırmıştım. “ Aman tanrım Neslihan bu” dedim kendi kendime. Sonra da “saçmalama, Neslihan şu an kırk beşin üstünde olması gerekli, bu kızcağız olsa olsa yirmi çivarlarında” diye geçirdim aklımdan.

Kız başka boş yer bulamayınca yanıma oturdu. Kıza dönüp hafifçe gülümsedim. Hiç vakit kaybetmeden lafa girdim.
— Çok özür diliyorum. Neslihan adında bir arkadaşım vardı. Ona o kadar benziyorsunuz ki.
— Neslihan Bilgiç’ten mi söz ediyorsunuz?
— Evet.
— Annemdir benim.
— Çok sevindim sizi tanıdığıma. Neslihan çok eski bir arkadaşımdı. Ama neredeyse yirmi beş yıldır görmüyorum onu. Umarım iyidir.
— Şu an hastanede. Zor anlar yaşıyor.
— Hayırdır? Çok üzüldüm, nesi var?
— Onunla görüşmediğiniz zaman içinde bilemediğiniz kötü günler geçirdi, özellikle babamın ölümü onu çok üzmüş anladığım kadarıyla, o konuda bilginiz var değil mi?
— Sadece duydum. Ama Neslihan’ı arayamadım o sıra. Tanrı rahmet eylesin, şahadet mertebesine ermek her kula nasip olmaz.
— Uzun yıllar bir şey olmadan yaşadı. Ama son üç yıldır meme kanseri ile savaşmakta. Geçen yıl da bir operasyon geçirdi. Şimdi de kemoterapi görüyor.

Üzülmüştüm gerçekten. Onu en son olarak, yıllar önce askere giderken görmüştüm. Yapmış olduğu küçücük bir hata yüzünden ayrılmıştık. Gece saat onda kapımı çalıp benden sigara istemişti. Aslında amacı beni görmekti, biliyordum. Ama bunu annem ve babama anlatmak çok zordu o dönem. Her ikisi de, bu nasıl bir kız böyle gecenin bu vaktinde sigara istemek için kapı mı çalınır diye tutturdu. Sonuçta ben de karşı çıkamadım onlara. Bir daha da görüşemedik Neslihan’la. Ben askere gittim, adresimi bulup bana sürekli yazdı. Hiç yanıt vermedim ona.

Yedek subay olup, izinli olarak geldiğimde de evlendiğini duydum. Dört ay içinde bir pilot teğmenle tanışıp evlenmişti çarçabuk. Kısa ama çalkantılı bir ilişkimiz olmuştu onunla. Diğerlerinde de olduğu gibi o sevmişti sadece. Bense yine mantığımın ardına gizlenmiştim. Kalın zırhımın, geniş kalkanımın ardına yani. Aklımca bu şekilde koruyabilmiştim kendimi. Ama geçen zaman içinde anladım ki ben de sevmişim onu.
Hani derler ya "zaman en iyi ilaçtır dertlere" diye, siz inanmayın buna. Hep böyle değildir çünkü. Şefkatli bir dost, bir anne gibi, bazen bir hemşire veya bir sevgili gibi görünmesi zamanın, tıpkı ay gibi sadece bir yüzünü göstermesindendir insanlara. Bana göre zaman en acımasız, en yetenekli katildir. En umulmadık anda hamlesini yapan, sardığınız yaraları büyük bir keyifle kanatan... Geç oldu ama anladım zamanın gürzleri karşısında hiçbir kalkanın ve zırhın sağlam kalamayacağını. Yine yüzünü göstermiş ve yapacağını yapmıştı zaman.
( Devam edecek )

13 Eylül 2009 Pazar

Babamın Hatırası

Babamın hatırasına
Bir 24 Kasım daha işte...
Babasız, öğretmensiz olarak!
Yine büyüdü içimdeki o öksüz kalan duygum...
Kimsesizliğimi yaşadım bir kez daha.
Uzaklarda olduğu için mezarına çiçekler koyamadım, bağışla...
Anıların kuçağında parçalandım...
Seninle geçirilen eski günlerimi anımsadım baba.
En çokta ilkokul günlerimi.
Ve hayatımın boş bir yaşantı olmadığına sevindim..
Yokluğun buruk bir tat olsada yüreğimde...
Ben en çok birlikte olduğumuzdaki o sevgiyi özledim.
Ne çok sıkıntım olursa olsun senin varlığınla yok olan dertlerime gülüp geçtim.
Şimdi hayatta olsan böyle kırılgan olmazdım, eminim bundan.
Bilmiyorum diğer kardeşlerim neler hissetti ama ben her şeyin bir an yaşanabildiğini iyice anladım.
Anladım ki sonu yok hiç bir şeyin.
Kimi zaman hiç bir şeyin bir anlamı yok..
Ve hep eskileri anımsıyorum şimdi bu 24 Kasımlarda.
Hep gözlerim doldu yine, arada bir kimse görmeden ağladım arka odalarda.
Gözlerimin önüne geldin, ögrencilerin andımızı yüksek sesle okuyorlar.
Derse gireceksin az sonra, kara tahta başında akşam kadar bıkmadan usanmadan onlara bir şeyler yazacaksın hep.
Ve ısraf olmasın diye okulda yasaktı kalemtraş kullanmak. Bütün sınıfın kalemlerini sen kendi bıçağınla açardın ders aralarında, öğle tatillerinde. Küçücük parmaklarımızın arasında tutamayacak kadar küçülene kadar kullanırdık o kalemleri. Ve defterden beyaz yaprak koparmakta yasaktı.
Ve akşam onları uğurlarken sınıfta yüzünde tatlı bir yorgunluk...
Köylüleri imece ederek okul bahçesini yaptırmıştın, ben küçük bir çocuktum o sıralar.
Annemle birlikte okul bahçesine bir sürü fidan dikmiş senelerce onlara gözün gibi bakmış, korumuş, sulamıştın baba...
Meyva verdiklerini çok görmüştük hep birlikte.
Hele o ağaçları silkelememiz yok mu?
Beyaz çarşaflar tutardık dalların altına...
Sen herkes gelsin istediği kadar yesin derdin hep..
Öylede oluyordu..
Oradan geçen tanıdık, yabancı o bahçeden bir şeyler koparıyordu.
Ve ne hikmetse babam, bütün meyvaların dalları kırılıyordu erikten, elmaden, armuttan...
Şimdi de öyle olduğunu söylüyorlar, kimi görsem o günlerden tanıdık hemen okulumuzu soruyorum baba..
�Hiç bir yerde meyva yok ama sizin okulun bahçesi sırılsıklam� yine diyorlar.
Hepsi gözlerimin önünden gelip geçmekte...
Ve sonra okulun son günü, o ayrılık günü, o hüzün günü var ya babam..
Ne kadar acıydı..
Bütün okulun masalarını, sıralarını, kitaplarını dışarı çıkarttırırdın.
Sınıfın her yanını yıkatırdın..
Bütün kitapların tek tek tozlarını aldırır tekrar özenle raflarına koyarken hep başımızda olurdun.
Ve sen, o kara tahtaya, o tebeşirle yılın veda mektubunu yazarken arkada bütün sınıf gözyaşına boğulurdu.
Hepimiz ağlardık baba...
Çocuklar senden ayrıldığına ağlarlardı okul bitmesine değil çünkü hepsi aynı köyden sayılırlardı.
Ve o mektubun şöyle başlardı babam; �Çocuklar, bir yılı daha bitirirken elimden geldiğince, dilim döndüğünce sizlere bir şeyler vermeye çalıştım. Sizleri kırdımsa, incittirsem beni affedin....�
Koca bir tahtayı doldururdun o güzel yazınla.
Ve o uzun mektubu hepimiz defterimize özenerek tane tane yazardık.
�Bunu akşam babanıza, annenize okuyun�, diye tembihlerdin.
O bir ayrılık mektubuydu.
O bir şeylerin sonuydu.
Tüm ögrencileri tek sıraya dizer, hepimiz birbirimizle vedalaşır, en son sana gelir, sen hepimize sarılır, öperdin seksen beş ya da doksan ögrencini...
Ve elini öperek aldığımız karnelerimizle ben okulun kapısında öylece kalır, giden arkadaşlarıma bakardım. Sen sınıfın penceresinden giden çocuklarını izlerdin.
Çocuklar hep ağır ağır adımlarla giderlerdi, sanki gitmek istemezler her iki adımda geri dönerler bir okula, bir bana, bir sana bakarlar, el sallardılar.
Sonra bir kaç saat yalnız ve beni kimsenin göremeyeceği bir yere gider, toprağa yüzüstü yatardım.
Ağlar, durulur tekrar ağlardım.
Ve o gece evimiz hep durgun geçerdi, hep bir ağırlık olurdu, konuşmazdık pek.
Hepimizde büyük bir hüzün olurdu.
Ve o veda mektubun okulun açıldığı güne kadar yerinde kalırdı tahtada.
Ve ben o mektubu defalarca tekrar tekrar okuduğumu çok iyi hatırlıyorum baba.
Okulların açılmasına bir gün kala tek başına sınıfa giderdin. O veda mektubunu kendin siler ve yarın sabah heyecan dolu bir hoşgeldin mektubu karşılardı ilk gün bizi...
Ne zaman bir okul bahçesinde andımızı okuyan çocukları görsem hemen seni anımsıyorum baba, gözlerim doluyor.
Ve yıllar sonrasında...
Sen emekli olup kendi köyümüze yerleştiğimizde, okulun açıldığı ilk gün tam odaya girerken seni pencerenin önünde durmuş, okuldaki çocukların istiklal marşını söylediğini dinlerken ağladığını görünce bir kaç saniye belli etmeden seni izlemiş sonra sessizce oradan ayrılmıştım.
Çocuk seslerini duyunca kendini tutamayıp ağlıyordun sen de!
Kimbilir içinde ne fırtınalar kopuyordu.
Oysa sert bir yapın vardı görünüşte.
Ve ben o fotoğrafını hiç unutmadım babam.
Hiç unutmadım.
Hep aklımda o anın...
Hep aklımda...(2006)
86 kez okundu.

10 Eylül 2009 Perşembe

Gelinciğin Hikayesi

Gelinciğin tarihsel izlerini aramak için binlerce yıl geriye gitmek gerekiyor. En eski çizimleri en az 3000 yıl önceye tarihlenen eski Mısır lahitlerinde bulunmuştur. Ayrıca günümüzden yaklaşık 1000 yıl öncesine ait Codex Vindobonensis’te Bizans prensesi Anicia Juliana gelinciklerle birlikte resmedilmiştir. Gelincik Homer’in İlyada’sında da kendine yer bulur: Homer ölen savaşçıları gelinciklere benzetir.
Eski Yunan / Roma mitolojisinde de gelincik bir çok tanrı ile ilişkilendirirlir. Örneğin Morpheus (uyku tanrısı Hypnos’un üçbin çocuğundan biridir ve insanlara uykuda çeşitli biçimlerde görünen düşleri simgeler.)* gelincikten yaptığı taçları uyutmak istediklerine verir. Adına yapılan tapınaklar da genellikle gelinciklerle süslenirdi. Romalılar karasevdaya düşenlere gelincikten yaptıkları içecekleri verir ve bunların aşk acılarını dindireceğine inanırlardı.* (Uyku herşeyin ilacıdır!)

İngilizcede gelinciğe verilen adlardan biri de “Corn Poppy” dir. Gelincik uyku tanrısı Hypnos (= Roma’da Somnus) tarafından insanları/tanrıları uyutsun diye yaratıldı. Bereket tanrıçası Demeter (= Roma’da Ceres ) bir zamanlar uykusuzluktan çok çekermiş. (insomnia ! Romalı uyku tanrısının adına dikkat!). Uykusuz ve yorgun olduğundan bitkilerin büyümesi ve verimli olması için çabalamaya gücü yetmezmiş. Kıtlık başlamış. Bunu gören Somnus, Ceres için gelinciklerden bir karışım yapıp içmesini sağlamış. Ceres bunu içer içmez derin bir uykuya dalmış. Uyandığında kendisini uykusunu almış ve çok da zinde olduğunu görmüş. Ve tabi tüm enerjisini tarlada büyümeye çalışan mahsüle yoğunlaştırmış. Kıtlık bitmiş, rekolte rekor kırmış. O zaman bu zaman çiftçiler mısır/hububat tarlalarında ne zaman gelincik görseler bunu o senenin yeni rekorlara gebe olduğuna yorarlar ve gelincikleri asla koparmazlarmış. Bu çiçeğe de “Corn Poppy veya Corn Rose” adını koymuşlar.

Gelincikle ilgili olarak bir çok kültürde bir çok efsane anlatılır. Bunlardan biri de Cengiz Han ile ilgili: Cengiz Han bir savaşta düşmanı perişan edip muharebe meydanını kan gölüne çevirdikten kısa bir süre sonra burayı gelinciklerin doldurdukları gözlemlenmiş. Aynı hikaye yüzyıllar sonra Napolyon ile ilişkilendirilerek de anlatılır. Araştırıldığında, çok muhtemeldir ki askerlik tarihi benzer savaş öyküleri ile doludur. Zira bahar ayları savaş aylarıdır; Mart adı nereden gelir? Gelincikler de bahar çiçekleridir. Benzer bir hikaye de Çanakkale savaşları sırasında yaşanmıştır.
Gelincik ile ilgili son ve hala devam eden efsane ise 1.Dünya Savaşı sırasında John Mc Crae ‘nin yazdığı şiirle başlar.
Bu etkileyici şiire o günlerce birçok cevabi şiir yazıldı. Edebi değeri pek fazla olmasa da Moina Michael tarafından yazılan şiir sonuçları bakımından en etkili olanıydı. Bir amerikalı hanım olan M.Michael gelinciğin cephelerde ölenler için bir hatırlama sembolü haline gelmesi için öncülük yaptı. Ateşkesten iki gün önce, 9 Kasım 1918 ‘te bu kabul edildi.
Felemenk ülkesine çok benzer şekilde, yine McCrae’nin şiiri ile eşzamanlı olarak Anzac askerlerinin 1.Dünya Savaşı sırasında Gelibolu yarımadasındaki başarısızlığa mahkum muharebelerinde de, binlerce ölünün hemen ardından Gelibolu gelincik tarlasına dönmüştür.
Anzac’ların torunları her yıl Gelibolu ziyaretlerini kıpkırmızı açan gelincikler arasında yaparlar.

Su Ve Çetin

Kapı çaldığında sürüngen bir uykuyla mekik dokuyordu Su yorganla yastık arasına. Kapının çalmadığını, kapının çaldığını sandığını duyumsamayı istedi. Kapının zili alıcı edasıyla tekrar çarptı evin mavi duvarlarına, oradan da Su’nun odasına yol aldı hızla. Sefil bir vaziyette kalktı Su, başı dönmüştü ani kalkışından. Kapının ortasındaki buzlu cama çarptı, cam birkaç milim esnedi, Su da esniyordu. Cam soğuktu, Su da soğuktu. Su hep soğuktu zaten, hep üşürdü… Tekrar çalmasına mahal vermemek için aceleci adımlarla yürüyerek açtı kapıyı. Çetin’di gelen, canhıraş bir halde karşısında duruyordu Su’nun. Bir elini duvara dayamış, hafifçe öne eğilmişti. Sanki kilometrelerce koşmuş ve yığılmak için de orayı bulmuş gibiydi. Su’yu görünce doğruldu. Utandı Su, saçını toplasaydı bari. Kıyafetinden utandı, şişmiş gözlerinden utandı, gözlerindeki utancı Çetin’in fark etmesinden korktu, korkusundan utandı, utanç duygusuna lanet etti o an. Pişman oluverdi hemen, en olmadık duyguların peş peşe sıralanmasına müsaade ettiği için, boğuluyordu mücerredatın içinde, mücerredat ansızın ortaya çıkan bir ürperti gibi yayılıyordu Su’nun bedenine, diken diken ederek tüylerini. Çetin’in bu suskunluğu bozmasını diledi. Oysa Çetin suskunlukları severdi, suskunun iki insan arasındaki soluma mesafesindeki tüm oksijeni yakmasına müsaade ederdi, şikayet etmezdi bundan. Gerginlik yaratmadığı gibi, yaratılan gerginliği bozmak gibi bir adeti de yoktu, hiç olmamıştı. Çetin “girebilir miyim?” dedi. Su’nun utancı yerini şaşkınlığa bırakmıştı, şaşkınlığı fark edip etmediği endişesiyle baktı Çetin’in yüzüne. Su’nun yüzünde resmi geçit yapan duyguların arasında şaşkınlığı esamesi bile okunmuyordu. Neden sonra fark etti Çetin’in karşısındakinden önce konuşmamak kuralını ihlalini. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. “Gel” dedi. Ağır aksak adımlarla içeri girdi Çetin. Dizini yere koyarak eğildi, siyah botunun bağcıklarını çözdü. Sanki içerde bir yığın insan ona bakıyor ve Çetin’in gözlerinden zoraki selam vermenin gerginliği okunuyor gibiydi. Oysa evde Su’dan başka kimse yoktu. Belki de buydu Çetin’i rahatsız eden.

“Geç otur” dedi Su, “ben çayın altına su koyayım.” Mutfağa geçti Su, salona geçti Çetin. Kadife bordo kumaşlı, tek kişilik koltuğun ucuna oturdu, avuçlarını diz kapaklarına koydu. Biri koltuğa çarptığında düşüverecek bir yastık gibi duruyordu oracıkta. Birkaç yıldan beri aşina olduğu eskimiş halının desenleriyle göz göze geldi, selamladı onları eski bir dost edasıyla, ağır başlılıkla. Su demlikteki çaya baktı, sabah demlenmişti. Akrep akşamüstü olmasının yorgunluğuyla usul usul ilerliyordu, güneş de şehrin beş katlı apartmanlarının hizasındaydı artık. Eskiydi bu apartmanlar, güneş vurunca, bodrumda unutulmuş, tozlanmış tablolar gibi daha eski gözükürlerdi.. “Tadı kaçmıştır bunun şimdi” dedi mırıldanarak “yenisini demlemek lazım.” Ağır ağır demliyordu çayı… Çaydanlığa su koyarken yüzeyde gezinen kireç parçalarına baktı, boşalttı birkaç kez suyu, iyice bakındı içine, başka kireç kalmamıştı. Koydu ocağa, yaktı ocağı kibritle. Söndürdüğü kibriti kutuya koydu tekrardan, her şey geldiği yere gitmeliydi. Mademki insanoğlunun kaderi toprağa dönmekti, insanoğlunun eliyle yarattığı her şey de geldiği yere gidecekti. Ha yaşanmış bir ömür, ha kullanılmış bir kibrit, ikisinin de tükenmişlikten başka bir özelliği yoktu. Hatta kibrit çöpü bir adım önde bile sayılabilirdi, tükenmişlikten önce bir işe yaramıştı, ocağın altını yakmıştı. Oysa ömür, yaşanarak ya da geçiştirilerek biterdi ve başka bir mekanda başka bir zamanda vuku bulmazdı.

Su da Çetin’i günlerini yaşamaktan ziyade geçiştirmeye ayırdığı* zamanlarında tanımıştı. Bir kitap tanıştırmıştı onları. Sevdi Su Çetin’i, benimsedi, gitmesin istedi. Gitmedi Çetin, hiç gitmedi. Su her gittiği yere Çetin’i de götürmeye başlamıştı farkına varmadan. Onunla konuşurdu kendi kendine. Çetin’in onu duyduğuna inanırdı hep. Çetin’e göstermek için yeni kitaplar alırdı, Çetin’se onları çoktan okumuş olurdu. Söylemezdi bunu Su’ya, bir daha okurdu. Aralarındaki diyalog farklıydı, çok konuşmazlardı. Birlikte olmadıkları zamanlarda ne yaptıklarını anlatmazlardı birbirlerine. Kimse diğerinin alanına müdahale etmezdi. Konuşmak isteyen susturulmaz, anlatmak istemeyen zorlanmazdı. Aynı türküleri sevmenin hazzını yaşarlardı gizliden. Çetin geldiğinde dinlenilen türküler, bir dahaki görüşmeye kadar Su tarafından farkına varılmadan ezberlenilmiş olurdu. Bilerek yapmazdı Su bunları, o yokken de onu yanında taşıdığı için oluyordu tüm bunlar. Okuduğu şiirlerden beğendiği dizelerin altını çizmesi, ona göstermek için olurdu. Çetin fark ederdi bunları, oysa Su Çetin fark etsin diye bir çaba göstermezdi. Beraber hiç kahkaha atmamışlardı, birbirlerini hep bir tebessümle yanıtlarlar, tebessümleri gözlerinde gülerdi. Ve hiç ağlamamışlardı birbirlerinin yanında… Su tekrar yaşamaya başlıyordu. Biraz zorlanıyordu hayatın akıcılığına yetişmekte, ama Çetin ona destek oluyordu, destek olmak için bir şey yapmasına gerek kalmadan…