14 Eylül 2009 Pazartesi

Umut Ama Nereye Kadar

Öğretmen sınıfta öğrencilerine bir öykü ile umut’u anlatmaya karar verdi.Bazen umutların umutsuzluğa döndüğü anları hissettirmek adına..

Dinleyin ve ders çıkartın diyerek başlamıştı anlatmaya:

Bir gün bir kuş varmış hayallerine uçmak isteyen sevdiğine gitmek mutlu olmak isteyen..bir gün karar vermiş uçacakmış, ne kadar uzun olursa olsun yol hiç fark etmez gidecekmiş hayallerinin peşinden,sevdiğine kavuşacakmış..uçmuuş,uçmuuş ama çok küçükmüş kanatları ne kadar hızlı kanat çırpsada gittiği mesafe hep aynıymış..Rüzgar çıkmış karşısına gülmüş..

-Nereye gidiyorsun? Ben senden güçlüyüm kırarım kanatlarını, silerim umutlarını demiş ve küçük kuşun kanadını kırıvermiş..

Kuş acı ile yere düşerken anlamış ki ne kadar istersen iste o yolda ölsende olmazsa olmuyormuş istediği şey..

Kendi küçük lakin hayalleri büyükmüş, rüzgar güçlü, yolda uzunmuş ve istemekte yetmiyormuş mutlu olabilmek için..

Öğrencilerin içindeki sarp ise hikayeyi hem dinliyor hem de sevdiği kızın resmini defterine çiziyormuş.Umutsuz mu olmalıyım acaba diye içinden geçirirken öğretmenin sinirli sesi karşısında kendine gelmiş.

-Sarp beni dinlemiyorsun galiba..

-Yook dinliyordum öğretmenim lakin o arada da birşeyler çiziyordum derken resmi sıranın altına koydu.

-Yok öyle! ben bu tembel öğrenci numaralarını bilirim, bak tarih bile veriyorum sana ve bu anlattığımla ilgili imtihan olacaksınız..Sınavda sen çalışmadan da yaparsın herhalde yada bildiğin sorular çıkar ha göreceğim o zaman..

Sarp yine daldı gözlerine aşık olduğu esmer kızı düşündü.O yanında olduğu sürece tüm sınavlar ona vız gelirdi.Ama ya kuş misali onun sevgisini kazanmak için yaptığı tüm çabalar boşa giderse diye bir iç geçirdi ve ondan gerçekten hiç ayrı yaşamamayı diledi rabbinden..
Öyle bir imtihan çok zor olurdu kendisi için..

Tam böyle düşünürken zil çaldı..

Düşündü hemen onun yanına gitmeliyim ve bu çizdiğim resmi ona vermeliyim..bir an durakladı onunda gerçek bir fotoğrafını istemeliyim evet istemeliyim umutlarım ve sevgim adına..

Koşarak merdivenlerin trabzanlarından kayarak dışarı attı kendini..

**** *******
Uğur Demiröz

Kahrolası Gururum (1)

Temmuzun sonu, ortalama sıcaklığın otuz derece civarında dolaştığı yaz günlerinden birinde, işimden çıkıp eve dönmek için otobüs durağına çıkmıştım. Sıcak ve telaşlı bir gün sona ermiş, mesai saatinin bitmesi ile kalabalıklaşmış durağa yürüyordum. Akşam saatleri olmasına rağmen, gün boyu klimalı ortamda çalıştığım için sıcaklığın tam farkına varamadığımdan dışarı çıkar çıkmaz terlemeye başlamıştım. Biraz bekledikten sonra gelen araca bindim ve boş bir yere oturdum. Çantamdaki romanı çıkarıp okumaya başladım. İşe geliş ve gidişlerde bu zamanı okuyarak değerlendiriyordum genellikle.
Otobüs hastane durağına gelene kadar pek dolmamıştı. Ama hastane durağı her zamanki gibi çok kalabalıktı gene. Mesai saatinin de bitmiş olması nedeni ile her kes evlerine dönüyordu.

Arka koltuklardan birinde oturuyordum. Gözüm birden gelen genç bir kıza takıldı. Yüzünü görünce oldukça şaşırmıştım. “ Aman tanrım Neslihan bu” dedim kendi kendime. Sonra da “saçmalama, Neslihan şu an kırk beşin üstünde olması gerekli, bu kızcağız olsa olsa yirmi çivarlarında” diye geçirdim aklımdan.

Kız başka boş yer bulamayınca yanıma oturdu. Kıza dönüp hafifçe gülümsedim. Hiç vakit kaybetmeden lafa girdim.
— Çok özür diliyorum. Neslihan adında bir arkadaşım vardı. Ona o kadar benziyorsunuz ki.
— Neslihan Bilgiç’ten mi söz ediyorsunuz?
— Evet.
— Annemdir benim.
— Çok sevindim sizi tanıdığıma. Neslihan çok eski bir arkadaşımdı. Ama neredeyse yirmi beş yıldır görmüyorum onu. Umarım iyidir.
— Şu an hastanede. Zor anlar yaşıyor.
— Hayırdır? Çok üzüldüm, nesi var?
— Onunla görüşmediğiniz zaman içinde bilemediğiniz kötü günler geçirdi, özellikle babamın ölümü onu çok üzmüş anladığım kadarıyla, o konuda bilginiz var değil mi?
— Sadece duydum. Ama Neslihan’ı arayamadım o sıra. Tanrı rahmet eylesin, şahadet mertebesine ermek her kula nasip olmaz.
— Uzun yıllar bir şey olmadan yaşadı. Ama son üç yıldır meme kanseri ile savaşmakta. Geçen yıl da bir operasyon geçirdi. Şimdi de kemoterapi görüyor.

Üzülmüştüm gerçekten. Onu en son olarak, yıllar önce askere giderken görmüştüm. Yapmış olduğu küçücük bir hata yüzünden ayrılmıştık. Gece saat onda kapımı çalıp benden sigara istemişti. Aslında amacı beni görmekti, biliyordum. Ama bunu annem ve babama anlatmak çok zordu o dönem. Her ikisi de, bu nasıl bir kız böyle gecenin bu vaktinde sigara istemek için kapı mı çalınır diye tutturdu. Sonuçta ben de karşı çıkamadım onlara. Bir daha da görüşemedik Neslihan’la. Ben askere gittim, adresimi bulup bana sürekli yazdı. Hiç yanıt vermedim ona.

Yedek subay olup, izinli olarak geldiğimde de evlendiğini duydum. Dört ay içinde bir pilot teğmenle tanışıp evlenmişti çarçabuk. Kısa ama çalkantılı bir ilişkimiz olmuştu onunla. Diğerlerinde de olduğu gibi o sevmişti sadece. Bense yine mantığımın ardına gizlenmiştim. Kalın zırhımın, geniş kalkanımın ardına yani. Aklımca bu şekilde koruyabilmiştim kendimi. Ama geçen zaman içinde anladım ki ben de sevmişim onu.
Hani derler ya "zaman en iyi ilaçtır dertlere" diye, siz inanmayın buna. Hep böyle değildir çünkü. Şefkatli bir dost, bir anne gibi, bazen bir hemşire veya bir sevgili gibi görünmesi zamanın, tıpkı ay gibi sadece bir yüzünü göstermesindendir insanlara. Bana göre zaman en acımasız, en yetenekli katildir. En umulmadık anda hamlesini yapan, sardığınız yaraları büyük bir keyifle kanatan... Geç oldu ama anladım zamanın gürzleri karşısında hiçbir kalkanın ve zırhın sağlam kalamayacağını. Yine yüzünü göstermiş ve yapacağını yapmıştı zaman.
( Devam edecek )

13 Eylül 2009 Pazar

Babamın Hatırası

Babamın hatırasına
Bir 24 Kasım daha işte...
Babasız, öğretmensiz olarak!
Yine büyüdü içimdeki o öksüz kalan duygum...
Kimsesizliğimi yaşadım bir kez daha.
Uzaklarda olduğu için mezarına çiçekler koyamadım, bağışla...
Anıların kuçağında parçalandım...
Seninle geçirilen eski günlerimi anımsadım baba.
En çokta ilkokul günlerimi.
Ve hayatımın boş bir yaşantı olmadığına sevindim..
Yokluğun buruk bir tat olsada yüreğimde...
Ben en çok birlikte olduğumuzdaki o sevgiyi özledim.
Ne çok sıkıntım olursa olsun senin varlığınla yok olan dertlerime gülüp geçtim.
Şimdi hayatta olsan böyle kırılgan olmazdım, eminim bundan.
Bilmiyorum diğer kardeşlerim neler hissetti ama ben her şeyin bir an yaşanabildiğini iyice anladım.
Anladım ki sonu yok hiç bir şeyin.
Kimi zaman hiç bir şeyin bir anlamı yok..
Ve hep eskileri anımsıyorum şimdi bu 24 Kasımlarda.
Hep gözlerim doldu yine, arada bir kimse görmeden ağladım arka odalarda.
Gözlerimin önüne geldin, ögrencilerin andımızı yüksek sesle okuyorlar.
Derse gireceksin az sonra, kara tahta başında akşam kadar bıkmadan usanmadan onlara bir şeyler yazacaksın hep.
Ve ısraf olmasın diye okulda yasaktı kalemtraş kullanmak. Bütün sınıfın kalemlerini sen kendi bıçağınla açardın ders aralarında, öğle tatillerinde. Küçücük parmaklarımızın arasında tutamayacak kadar küçülene kadar kullanırdık o kalemleri. Ve defterden beyaz yaprak koparmakta yasaktı.
Ve akşam onları uğurlarken sınıfta yüzünde tatlı bir yorgunluk...
Köylüleri imece ederek okul bahçesini yaptırmıştın, ben küçük bir çocuktum o sıralar.
Annemle birlikte okul bahçesine bir sürü fidan dikmiş senelerce onlara gözün gibi bakmış, korumuş, sulamıştın baba...
Meyva verdiklerini çok görmüştük hep birlikte.
Hele o ağaçları silkelememiz yok mu?
Beyaz çarşaflar tutardık dalların altına...
Sen herkes gelsin istediği kadar yesin derdin hep..
Öylede oluyordu..
Oradan geçen tanıdık, yabancı o bahçeden bir şeyler koparıyordu.
Ve ne hikmetse babam, bütün meyvaların dalları kırılıyordu erikten, elmaden, armuttan...
Şimdi de öyle olduğunu söylüyorlar, kimi görsem o günlerden tanıdık hemen okulumuzu soruyorum baba..
�Hiç bir yerde meyva yok ama sizin okulun bahçesi sırılsıklam� yine diyorlar.
Hepsi gözlerimin önünden gelip geçmekte...
Ve sonra okulun son günü, o ayrılık günü, o hüzün günü var ya babam..
Ne kadar acıydı..
Bütün okulun masalarını, sıralarını, kitaplarını dışarı çıkarttırırdın.
Sınıfın her yanını yıkatırdın..
Bütün kitapların tek tek tozlarını aldırır tekrar özenle raflarına koyarken hep başımızda olurdun.
Ve sen, o kara tahtaya, o tebeşirle yılın veda mektubunu yazarken arkada bütün sınıf gözyaşına boğulurdu.
Hepimiz ağlardık baba...
Çocuklar senden ayrıldığına ağlarlardı okul bitmesine değil çünkü hepsi aynı köyden sayılırlardı.
Ve o mektubun şöyle başlardı babam; �Çocuklar, bir yılı daha bitirirken elimden geldiğince, dilim döndüğünce sizlere bir şeyler vermeye çalıştım. Sizleri kırdımsa, incittirsem beni affedin....�
Koca bir tahtayı doldururdun o güzel yazınla.
Ve o uzun mektubu hepimiz defterimize özenerek tane tane yazardık.
�Bunu akşam babanıza, annenize okuyun�, diye tembihlerdin.
O bir ayrılık mektubuydu.
O bir şeylerin sonuydu.
Tüm ögrencileri tek sıraya dizer, hepimiz birbirimizle vedalaşır, en son sana gelir, sen hepimize sarılır, öperdin seksen beş ya da doksan ögrencini...
Ve elini öperek aldığımız karnelerimizle ben okulun kapısında öylece kalır, giden arkadaşlarıma bakardım. Sen sınıfın penceresinden giden çocuklarını izlerdin.
Çocuklar hep ağır ağır adımlarla giderlerdi, sanki gitmek istemezler her iki adımda geri dönerler bir okula, bir bana, bir sana bakarlar, el sallardılar.
Sonra bir kaç saat yalnız ve beni kimsenin göremeyeceği bir yere gider, toprağa yüzüstü yatardım.
Ağlar, durulur tekrar ağlardım.
Ve o gece evimiz hep durgun geçerdi, hep bir ağırlık olurdu, konuşmazdık pek.
Hepimizde büyük bir hüzün olurdu.
Ve o veda mektubun okulun açıldığı güne kadar yerinde kalırdı tahtada.
Ve ben o mektubu defalarca tekrar tekrar okuduğumu çok iyi hatırlıyorum baba.
Okulların açılmasına bir gün kala tek başına sınıfa giderdin. O veda mektubunu kendin siler ve yarın sabah heyecan dolu bir hoşgeldin mektubu karşılardı ilk gün bizi...
Ne zaman bir okul bahçesinde andımızı okuyan çocukları görsem hemen seni anımsıyorum baba, gözlerim doluyor.
Ve yıllar sonrasında...
Sen emekli olup kendi köyümüze yerleştiğimizde, okulun açıldığı ilk gün tam odaya girerken seni pencerenin önünde durmuş, okuldaki çocukların istiklal marşını söylediğini dinlerken ağladığını görünce bir kaç saniye belli etmeden seni izlemiş sonra sessizce oradan ayrılmıştım.
Çocuk seslerini duyunca kendini tutamayıp ağlıyordun sen de!
Kimbilir içinde ne fırtınalar kopuyordu.
Oysa sert bir yapın vardı görünüşte.
Ve ben o fotoğrafını hiç unutmadım babam.
Hiç unutmadım.
Hep aklımda o anın...
Hep aklımda...(2006)
86 kez okundu.

10 Eylül 2009 Perşembe

Gelinciğin Hikayesi

Gelinciğin tarihsel izlerini aramak için binlerce yıl geriye gitmek gerekiyor. En eski çizimleri en az 3000 yıl önceye tarihlenen eski Mısır lahitlerinde bulunmuştur. Ayrıca günümüzden yaklaşık 1000 yıl öncesine ait Codex Vindobonensis’te Bizans prensesi Anicia Juliana gelinciklerle birlikte resmedilmiştir. Gelincik Homer’in İlyada’sında da kendine yer bulur: Homer ölen savaşçıları gelinciklere benzetir.
Eski Yunan / Roma mitolojisinde de gelincik bir çok tanrı ile ilişkilendirirlir. Örneğin Morpheus (uyku tanrısı Hypnos’un üçbin çocuğundan biridir ve insanlara uykuda çeşitli biçimlerde görünen düşleri simgeler.)* gelincikten yaptığı taçları uyutmak istediklerine verir. Adına yapılan tapınaklar da genellikle gelinciklerle süslenirdi. Romalılar karasevdaya düşenlere gelincikten yaptıkları içecekleri verir ve bunların aşk acılarını dindireceğine inanırlardı.* (Uyku herşeyin ilacıdır!)

İngilizcede gelinciğe verilen adlardan biri de “Corn Poppy” dir. Gelincik uyku tanrısı Hypnos (= Roma’da Somnus) tarafından insanları/tanrıları uyutsun diye yaratıldı. Bereket tanrıçası Demeter (= Roma’da Ceres ) bir zamanlar uykusuzluktan çok çekermiş. (insomnia ! Romalı uyku tanrısının adına dikkat!). Uykusuz ve yorgun olduğundan bitkilerin büyümesi ve verimli olması için çabalamaya gücü yetmezmiş. Kıtlık başlamış. Bunu gören Somnus, Ceres için gelinciklerden bir karışım yapıp içmesini sağlamış. Ceres bunu içer içmez derin bir uykuya dalmış. Uyandığında kendisini uykusunu almış ve çok da zinde olduğunu görmüş. Ve tabi tüm enerjisini tarlada büyümeye çalışan mahsüle yoğunlaştırmış. Kıtlık bitmiş, rekolte rekor kırmış. O zaman bu zaman çiftçiler mısır/hububat tarlalarında ne zaman gelincik görseler bunu o senenin yeni rekorlara gebe olduğuna yorarlar ve gelincikleri asla koparmazlarmış. Bu çiçeğe de “Corn Poppy veya Corn Rose” adını koymuşlar.

Gelincikle ilgili olarak bir çok kültürde bir çok efsane anlatılır. Bunlardan biri de Cengiz Han ile ilgili: Cengiz Han bir savaşta düşmanı perişan edip muharebe meydanını kan gölüne çevirdikten kısa bir süre sonra burayı gelinciklerin doldurdukları gözlemlenmiş. Aynı hikaye yüzyıllar sonra Napolyon ile ilişkilendirilerek de anlatılır. Araştırıldığında, çok muhtemeldir ki askerlik tarihi benzer savaş öyküleri ile doludur. Zira bahar ayları savaş aylarıdır; Mart adı nereden gelir? Gelincikler de bahar çiçekleridir. Benzer bir hikaye de Çanakkale savaşları sırasında yaşanmıştır.
Gelincik ile ilgili son ve hala devam eden efsane ise 1.Dünya Savaşı sırasında John Mc Crae ‘nin yazdığı şiirle başlar.
Bu etkileyici şiire o günlerce birçok cevabi şiir yazıldı. Edebi değeri pek fazla olmasa da Moina Michael tarafından yazılan şiir sonuçları bakımından en etkili olanıydı. Bir amerikalı hanım olan M.Michael gelinciğin cephelerde ölenler için bir hatırlama sembolü haline gelmesi için öncülük yaptı. Ateşkesten iki gün önce, 9 Kasım 1918 ‘te bu kabul edildi.
Felemenk ülkesine çok benzer şekilde, yine McCrae’nin şiiri ile eşzamanlı olarak Anzac askerlerinin 1.Dünya Savaşı sırasında Gelibolu yarımadasındaki başarısızlığa mahkum muharebelerinde de, binlerce ölünün hemen ardından Gelibolu gelincik tarlasına dönmüştür.
Anzac’ların torunları her yıl Gelibolu ziyaretlerini kıpkırmızı açan gelincikler arasında yaparlar.

Su Ve Çetin

Kapı çaldığında sürüngen bir uykuyla mekik dokuyordu Su yorganla yastık arasına. Kapının çalmadığını, kapının çaldığını sandığını duyumsamayı istedi. Kapının zili alıcı edasıyla tekrar çarptı evin mavi duvarlarına, oradan da Su’nun odasına yol aldı hızla. Sefil bir vaziyette kalktı Su, başı dönmüştü ani kalkışından. Kapının ortasındaki buzlu cama çarptı, cam birkaç milim esnedi, Su da esniyordu. Cam soğuktu, Su da soğuktu. Su hep soğuktu zaten, hep üşürdü… Tekrar çalmasına mahal vermemek için aceleci adımlarla yürüyerek açtı kapıyı. Çetin’di gelen, canhıraş bir halde karşısında duruyordu Su’nun. Bir elini duvara dayamış, hafifçe öne eğilmişti. Sanki kilometrelerce koşmuş ve yığılmak için de orayı bulmuş gibiydi. Su’yu görünce doğruldu. Utandı Su, saçını toplasaydı bari. Kıyafetinden utandı, şişmiş gözlerinden utandı, gözlerindeki utancı Çetin’in fark etmesinden korktu, korkusundan utandı, utanç duygusuna lanet etti o an. Pişman oluverdi hemen, en olmadık duyguların peş peşe sıralanmasına müsaade ettiği için, boğuluyordu mücerredatın içinde, mücerredat ansızın ortaya çıkan bir ürperti gibi yayılıyordu Su’nun bedenine, diken diken ederek tüylerini. Çetin’in bu suskunluğu bozmasını diledi. Oysa Çetin suskunlukları severdi, suskunun iki insan arasındaki soluma mesafesindeki tüm oksijeni yakmasına müsaade ederdi, şikayet etmezdi bundan. Gerginlik yaratmadığı gibi, yaratılan gerginliği bozmak gibi bir adeti de yoktu, hiç olmamıştı. Çetin “girebilir miyim?” dedi. Su’nun utancı yerini şaşkınlığa bırakmıştı, şaşkınlığı fark edip etmediği endişesiyle baktı Çetin’in yüzüne. Su’nun yüzünde resmi geçit yapan duyguların arasında şaşkınlığı esamesi bile okunmuyordu. Neden sonra fark etti Çetin’in karşısındakinden önce konuşmamak kuralını ihlalini. Bir şeyler ters gidiyor olmalıydı. “Gel” dedi. Ağır aksak adımlarla içeri girdi Çetin. Dizini yere koyarak eğildi, siyah botunun bağcıklarını çözdü. Sanki içerde bir yığın insan ona bakıyor ve Çetin’in gözlerinden zoraki selam vermenin gerginliği okunuyor gibiydi. Oysa evde Su’dan başka kimse yoktu. Belki de buydu Çetin’i rahatsız eden.

“Geç otur” dedi Su, “ben çayın altına su koyayım.” Mutfağa geçti Su, salona geçti Çetin. Kadife bordo kumaşlı, tek kişilik koltuğun ucuna oturdu, avuçlarını diz kapaklarına koydu. Biri koltuğa çarptığında düşüverecek bir yastık gibi duruyordu oracıkta. Birkaç yıldan beri aşina olduğu eskimiş halının desenleriyle göz göze geldi, selamladı onları eski bir dost edasıyla, ağır başlılıkla. Su demlikteki çaya baktı, sabah demlenmişti. Akrep akşamüstü olmasının yorgunluğuyla usul usul ilerliyordu, güneş de şehrin beş katlı apartmanlarının hizasındaydı artık. Eskiydi bu apartmanlar, güneş vurunca, bodrumda unutulmuş, tozlanmış tablolar gibi daha eski gözükürlerdi.. “Tadı kaçmıştır bunun şimdi” dedi mırıldanarak “yenisini demlemek lazım.” Ağır ağır demliyordu çayı… Çaydanlığa su koyarken yüzeyde gezinen kireç parçalarına baktı, boşalttı birkaç kez suyu, iyice bakındı içine, başka kireç kalmamıştı. Koydu ocağa, yaktı ocağı kibritle. Söndürdüğü kibriti kutuya koydu tekrardan, her şey geldiği yere gitmeliydi. Mademki insanoğlunun kaderi toprağa dönmekti, insanoğlunun eliyle yarattığı her şey de geldiği yere gidecekti. Ha yaşanmış bir ömür, ha kullanılmış bir kibrit, ikisinin de tükenmişlikten başka bir özelliği yoktu. Hatta kibrit çöpü bir adım önde bile sayılabilirdi, tükenmişlikten önce bir işe yaramıştı, ocağın altını yakmıştı. Oysa ömür, yaşanarak ya da geçiştirilerek biterdi ve başka bir mekanda başka bir zamanda vuku bulmazdı.

Su da Çetin’i günlerini yaşamaktan ziyade geçiştirmeye ayırdığı* zamanlarında tanımıştı. Bir kitap tanıştırmıştı onları. Sevdi Su Çetin’i, benimsedi, gitmesin istedi. Gitmedi Çetin, hiç gitmedi. Su her gittiği yere Çetin’i de götürmeye başlamıştı farkına varmadan. Onunla konuşurdu kendi kendine. Çetin’in onu duyduğuna inanırdı hep. Çetin’e göstermek için yeni kitaplar alırdı, Çetin’se onları çoktan okumuş olurdu. Söylemezdi bunu Su’ya, bir daha okurdu. Aralarındaki diyalog farklıydı, çok konuşmazlardı. Birlikte olmadıkları zamanlarda ne yaptıklarını anlatmazlardı birbirlerine. Kimse diğerinin alanına müdahale etmezdi. Konuşmak isteyen susturulmaz, anlatmak istemeyen zorlanmazdı. Aynı türküleri sevmenin hazzını yaşarlardı gizliden. Çetin geldiğinde dinlenilen türküler, bir dahaki görüşmeye kadar Su tarafından farkına varılmadan ezberlenilmiş olurdu. Bilerek yapmazdı Su bunları, o yokken de onu yanında taşıdığı için oluyordu tüm bunlar. Okuduğu şiirlerden beğendiği dizelerin altını çizmesi, ona göstermek için olurdu. Çetin fark ederdi bunları, oysa Su Çetin fark etsin diye bir çaba göstermezdi. Beraber hiç kahkaha atmamışlardı, birbirlerini hep bir tebessümle yanıtlarlar, tebessümleri gözlerinde gülerdi. Ve hiç ağlamamışlardı birbirlerinin yanında… Su tekrar yaşamaya başlıyordu. Biraz zorlanıyordu hayatın akıcılığına yetişmekte, ama Çetin ona destek oluyordu, destek olmak için bir şey yapmasına gerek kalmadan…

Kırık Karanfil

Her şeyin ilk günkü büyüsünü korumasını isteyecek ya da bunun olacağına inanacak kadar budala ve sevimliydi. Heyecanlı, çocuksu, hüzünlü…

Kadın kırmızı kalın ketenden büyük çantasını tam da bu sahneye yakışır bir tavır ve çabuklukla omzuna çapraz olarak astı. Çantasından anahtarını da sırf bu yüzden çıkardı. Anahtar şıkırtısı hüzün imgesi taşır neticede. Sahneye uygun olsun diye. Umursamaz bir ifade yapıştırdı dudaklarının kıvrımına. Çenesine doğru sızan yasak kelimeleri adam görmeden parmağının ucuyla sildi, hadi gidelim, dedi.

Ortada duran bir tür kabullenmişlik miydi? Sanırım tam da öyleydi. Şehir akıp gidiyordu sokakta. Ayaklarını sürüyerek yürüyordu kadın. Tam da bezmiş ve sıkılmış bir tavırla. Adam ise küçük ve hareketli atıyordu adımlarını, seker gibi. Sürekli bir heyecan, hareket, enerji. Ellerinde, gözlerini kırpışında, kafasını yana doğru çevirip bakışında.

Bir süre daha elinde oyaladıktan sonra çantasına bırakıverdi anahtarını. Pirinçten yapılma kırmızı boncuklu anahtarlık, tam da parfüm şişesinin üstüne düştü ve bir kez daha şıngırdadı ortalık. Her şey hareketliydi işte. Sokak, şehir, akıp giden insan seli, anahtarlık, parfüm şişesi… Bir derdi vardı kadının ama neydi?

İnsanoğlu, dedi aniden. Her şeyi kendi yaratıyor, hislerini bile. Hatta her şeyin sebebi kendi yarattığımız hislerin kontrolünü kaybettiğimizden.

Büyüyü biz yarattık. Gerçek değildi ki kaybedelim. Sonra da kaybettiğimize üzülelim! Ah, bu çocuk. Büyüse… Sıkıldığımı bu hayattan, bu düşlerden… Anlayabilse…

Kadın için saçma, anlamsız, özenti birkaç kitap cümlesi geveledi ağzında adam. İki ayrıksı yolun kesişme noktasıydı onların anılar toplamı. Yolların tekrar kendi yönlerine döndüğünü, artık birbirlerine en fazla karşıdan el sallayabileceklerini fark edememişlerdi hâlâ. Beraber okuyacakları kitap, dinleyecekleri türkü kalmamıştı. Kadın aynı şiirlerden sıkılmıştı. O artık başka kitaplar okuyor, sert müzikler dinliyor, onun izlediği filmleri klişe buluyordu.

Adam ise eski heyecanını, merakını yitirmiş, kaprisli, tatminsiz, hayata bakışları asıklaşmış kadına bakıyordu hayretle. Değiştin, diyordu.

Benle yürüseydin. Yürümedin. Yürümek zorunda da değildin elbet. Suçlamıyorum seni ama… Seninle olduğum yerde beklememenin adını ‘değişmek’ koyup da beni böyle bir kenarda bırakıp…

Büyü alışkanlık, alışkanlık sevgi, sevgi bağlılık, bağlılık ağrı, ağrılar zaman geçtikçe anı…

Bitsin desem, harfler dilimi kesecek biliyorum. Karanfil sızacak dudaklarımdan. Dişlerimde kıtır kıtır kalacak diyemediğim tüm diğer kelimeler. Bitsin istemiyorum ki, neden dikiliyorsun böyle kapıma alacaklı gibi? Karanfilin kırık yerlerinden sızan kan yetecek mi boyamaya ellerini? Sen ki henüz masamda ellerini titretmeden sigarasını yakamayan karşımda. Kanlı bir karanfil mi yerleştireceksin sigara diye dudaklarına! Bitmesini istemiyorum. Bitmesin yeter ki, gerisi umrumda da değil aslında.

Sokağın sonu. Tekrar elini çantadaki anahtarına uzatıyor kadın. Sen buradan dön, diyor gülümseyerek. Hüznümü anlamaya en çok yaklaşan adam, sen…

Peki, diyor adam. Ne düşündüğünü belli etmeyen bakışları, ses tonu. Anlamlandıramıyor kadın, elinin kolunun hareketinden. Bu konuda pek de beceriksiz. Kafasına takacak elbet bunu eve gidince. Ama artık bir kere kabullenmişlik var onun ayaklarını sürüyerek yürümesinde.

Şimdi hüznünü sadece kendisine saklamanın nemli keyfi kirpiklerinde.

Deniz Depe

9 Eylül 2009 Çarşamba

Çatıdaki...!

Plak yavaşça dönüyordu. Ona kapılarak yatakta dönerek uyumaya çalışıyordum. Bedenim duygularıma yenik düşmüştü. Ona o kadar bağlıydım ki. Dünyamı böyle mutsuz ve soğuk bırakarak gitmesi mi gerekiyordu ? Geride sadece fotoğraflar ve şarkılarımızın bulunduğu plaklar kalmıştı. Son 3 yıldır hayata umut kapılarımı kapatmıştım. O eski günlerdeki umutlu suratımdan eser yoktu. En önemlisi de müzedeki tablom yani o yoktu. `Ona tekrar sahip olmak için her şeyimi feda edebilirim.` şarkı sözleri aynen beni ifade ediyordu. Artık sabah olmuştu. Perdemi araladım ve o günlerden ayağımı basmadığım sokaklara bir göz attım. Her şey yine durgun, sakin, umutsuz. Belki de sadece bana öyle geliyordu. Çünkü aradığım şey sokaklar da değil kalbimin derinlerindeydi. Her nedense ona ulaşamıyordum. Uykusuzluktan gözlerimin altında morluklar oluşmuştu. Çünkü her gece dönen plaktan gözlerimi ayırmadan onu izliyor, dinleyerek ağlıyor, içimi döküyordum. Aynada suratımı biraz inceledikten sonra odamın kapısını gıcırdatarak açtım ve arkamdan kapıyı örttüm. Karşımda üst kata çıkan kasfetli merdivenler duruyordu. Son 2 aydır oraya çıkmamıştım. Çatı katındaki odanın kapısını kilitlemiştim. Oraya asla gitmeyecektim. Ama her şeyin değiştiği bugün geldi. Gözlerimi kapadım ve adımlarımı merdivenin başına doğru attım. Aylardır adımlarımı atmadığım o merdivenlerden çıkıyordum. Merdivenin üzerindeki kırmızı kaplama tozdan turuncu tonlarına dönmüştü. Fazla bakımsız kalmış gıcırdıyordu. Merdivenlerden geçtikten sonra sonunda karşımda o korkunç odanın kapısı duruyordu. 2 ayda bir kapı ne kadar kirlenebilir, eskiyebilirdi ? Son 10 yıldır kullanılmayan bir kapı gibi duruyordu. Duvardaki minik dolabı açarak içinden bir anahtar çıkardım. Daha sonra ürkek adımlarla kapıya tekrar yaklaştım. Anahtarı deliğe soktum. Çoktan ağlamaya başlamıştım. Her ne zaman onu ve bu katı aklıma getirdiğimde göz yaşlarım süzülüyordu. Kapı gıcırdayarak açıldı, içeri girdim ve direk duvarda asılı olan tablolara uzandım. Ellerimi resimlerde gezdirerek onun o suratını okşamaya çalışıyordum. Daha sonra etrafıma baktım. Oda çok bakımsızlaşmıştı. Tavanda kırmızı lekeler, camlarda çatlaklar, köşelerde ise örümcek ağları vardı. `2 aydır bakılmayan bir oda için fazla bakımsız görünüyordu. Ahşap tahtalar ise gıcırdamaya çoktan başlamıştı. Resimlere bakarken artık göz yaşlarım bardaktan boşalırcasına dökülüyordu. Mavi kazağımın koluyla göz yaşlarımı sildim ve ilerledim. Ailemden geriye kalan sadece bendim. Herkes teker teker nereye gidiyordu ? Daha 1 hafta önce halam İrene`yi kaybetmiştim. Bilinmeyen sebeplerle ailemdekiler ölüyordu. Şehrin tüm polisleri olayı araştırıyorlardı ama . bulunan sadece `hiçbir şey`di. 3 yıldır herkesi kaybediyordum. Ama en kötü olanıda 3 yıl önce olandı. Christopher`ı kaybetmemdi. Ona o kadar çok bağlıydım ki onu kaybetmemle hayata dair her şeyimi kaybetmiş olmuştum. Onu çok seviyordum. Tayland asıllı Christopher`ın Tayland`da kaybolduğu haberleri vardı ama o gece Christopher benim yanımdaydı. Her ne olduysa o gece olan kavgamızdan sonra oldu. Sabah kalktığımda ne Chris ne de ona dair bir şeyler vardı. Bunları hatırladıktan sonra göz yaşlarım sel olmuştu. Oda da ilerlemeye devam ettim. Duvarlardaki `First i need your hand and forever can begin` sözleri gözümden kaçmadı. Bu söz Chris`in bana her zaman söylediği en güzel sözlerindendi. Odanın ucundaki sandık beni çok şaşırtmıştı o sandıkla ilgili her şey hafızamdan silinmişti, hatırlamıyordum. Sandığın başına gitmek için çok uğraştım. Kabarmış ahşap tahtalar yürümemi zorlaştırıyordu. Sandığın başına gittim oturdum, hala sandığa dağir aklımda hiç bir şey canlanmıyordu. Sandığın üzerindeki kilit dikkatimi çekti. Acaba anahtarı neredeydi ? Bu sandık nasıl buraya gelmişti ? Peki en önemli olanı bu sandığın için de ne vardı ? Kapının anahtarının sandığa uyacağını düşündüm. Doğruldum ve kapıya doğru koştum. Anahtarı kilitten çıkardıktan sonra sandığın yanı başına oturdum. Anahtarı kilide sokmakta baya çaba harcadım ve sonunda tak diye bir ses geldi. Bu ses kilidin açılma sesiydi. Sandığın kapağını kaldırdım ve sandığın içinden toz bulutları yükselmeye başlamıştı. Oda zaten kötü kokuyordu sandığın açılmasıyla daha kötü kokmaya başlamıştı. Cam çatlakları arasından esen soğuk rüzgarla birden irkildim ve doğrularak ayağa kalkmaya çalıştım. Rüzgarla birlikte çatı katının kapısı gıcırdayarak açılıp kapanmaya başladı. Yavaş adımlar atan ayak sesleride duyuluyordu. . Sanki kapının açılıp kapanmasını sağlayan şey o adımlardı. Kapının önünden birinin geçtiğini hissetmeye başladığımda gerçekten çok korkmuştum. Evde yaşayan sadece bendim, o zaman bu kimdi ? Delirmeye yani hayali şeyler görmeye mi başlıyordum ? `Ben mi delireceğim ? hah!` dedim kendi kendime. Çatıdan tıkır tıkır sesler gelmeye başlamıştı ayak seslerinin ardından. İyice korkmuştum. Kapının birden kapanmasıyla yerimden fırladım. Neler oluyordu ? Duvarın köşesine çekildim yani sandığın yanına. Sandığın üzerindeki tozlu örtüyü üzerime çektim. Titriyordum.. `Kim var orada?` diye seslendim. Tık tık diye başlayan su damlası sesleri sanırım bana bir cevaptı. Bununla beraber bu su damlalarından kafamada damladığını hissettim. Elimi başımın üzerine uzattım ve su damlalarını hissetmeye çalıştım. Elim damla damla olmuştu. Elime baktığımda elimde lekeler görüyordum. Oda pek aydınlık olmadığı için elimdekinin ne olduğunu anlayamamıştım. Örtüyü üzerimden attım ve ayağa kalktım. Su damlasının aktığı yerin altında duruyordum. Suratıma şıp şıp geliyordu damlalar. Damlalar suratımdan akmaya başlamıştı. Başımı eydim ve cama doğru baktım. Kırık camda net bir görüntü yoktu ama suratımı seçebiliyordum. Kendimi gördüğümde çığlığı bastım! `Aman Tanrım!` diyerek bağırmaya başladım! Suratımdaki kan lekeleriydi! Hareket edemiyordum olduğum yerde kalmış yansımama bakıyordum. Vücudumun her yeri kırmızıya boyanmaya başlamıştı. Bunu gördükten sonra daha kuvvetli bir çığlık attım. Çatı katında neler oluyordu ? Bu . kan da neyin nesiydi ? Çığlık atarak odadan çıktım. Merdivenlerin aşağısında odamın kapısı duruyordu, bulunduğum odanın yanından çıkan dar merdivenlerin ucundada çatı boşluğu vardı. Seçimi yapmak zorundaydım. Ya inip yıllardır elimi almadığım telefonu kullanarak polisi arayacaktım ya da o merdivenlerden çıkacaktım.

İşte Böyle bir aşk hikayesi

Bir yaz günü amcamların yanına bursaya tatile gitmiştik.En sevdiğim kişinin yanına gitmenin mutluluğunu yaşıyordum ama kendisini sevdiğimi bilmiyordu.3 gün beraber olduk.Dolaştık, yemek yedik, eğlendik, 4. gün onlara yengemin yaptığı yemekten götürüyordum.yemeği verdim geri dönerken arkamdan adımı söylediğini duydum. Bir arkadaşı ile yanıma geldi. Konuştuk sohbet ettik. Akşama bize yemeğe gelmişlerdi. Bir boşluk buldum tam ona onu sevdiğimi söyleyecektim. Lafı azıma tıkadı ve şunları söyledi: ” Samet seni gerçekten kardeşim gibi seviyorum. Bu gün yanımda gördüğün arkadaşım senden çok hoşlanmış. Seninle bir ilişki kurmak istiyor.” O anda bütün dünya başıma yıkılmıştı. Ama hiç istifimi bozmadan “Benim Ankarada oturduğumu söyledinmi? ” dedim. ” Evet” dedi.O anda ne yapacağımı bilemiyordum. Hayır desem benden hoşlanan kızın kalbi kırılacaktı, evet desem benim hayallerim yıkılacaktı. 5 saniye içinde düşündüm ve bana bu kişiyi ayarlamaya çalışan kişi beni sevmiyordur dedim. Mecbur kaldığımı hissettim dolayısı ile “evet” dedim. Telefonumdan kıza mesaj attı. Sonraki gün buluşacaktık. O gece uyuyamadım. Düşünceler beynimi kemirdi durdu. Bir taraftan vazgeçtiğimi söylemek istiyordum. Diğer taraftan hiç kız arkadaşım olmadığı için yakınıyordum. Sabaha karşı uyumuşum. Saat 14.00 da buluşma yerine gittim. Karşımda kardeşim gibi seni seviyorum diyen kişi gözüme öyle bir çirkin geldiki anlatmak çok zor. Tanıştık konuştuk birbirimizi anlamaya çalıştık. Bu zaman zarfında birbirimizi kırmamaya çalışacağımıza söz verdik. Çünkü aramızda 500 km ye yakın mesafe vardı. Binlerce kere şükrediyorum. 3 yılı aşkın süredir beraberiz. Ve her hafta sonumuz birlikte geçiyor bu yaz sonuna doğru nişan yapmayı düşünüyoruz. Herşeyden önce hayırlısı. İyi günler

çalınan hayaller

Eşimle hayaller kurduğumuz akdenizin mavisini boydan boya gören Küçük bir tepecikti, Baktığında aşağıda portakal limon ağaçlarının yemyeşil bağların denize kadar uzandığını sanırdınız…Evimizi buraya kuracaktık köyün belki biraz uzağındaydı ama emekli bir çift için harika olacağını düşünüyorduk…Henüz 33 yaşındaydım ama bu dede yadiğarı babadan kalma bağda boy boy torunlarımın koşturduğunu düşündükçe yüzüme bir gülümseme yayılır mutlu günlerin hayaliyle yaşama dört elle sarılırdım… Emekli olunca ne yapacağımızı soranlara şevkle anlatıyorduk neler yapacağımızı…Eşim emekli olunca, hayallerimizi gerçeğe döndüremeden yaşam savaşı içine düştük iki evladımızda aynı anda Üniversiteyi kazanmıştı,1 yıldır eşim ve çocuklarım Ankarada ben Mersin`deydim,bu ayrılığa daha fazla dayanacak gibi değildi kendimi darmadağın olmuşuz gibi hissediyordum… Geleceğimize destek olsun diye açtığım küçücük bebe mağazasını ani bir kararla devredip Ankara`ya taşındım çocuklarımın ve eşimin yanında yerimi aldım…Omuriliğimde çatlama vardı zor yürüyordum hareketlerim kısıtlıydı,buna rağmen çalışıyor çocuklarımın bir an önce okullarının bitmesi için dualar ediyordum…Sabah işe gitmeye hazırlanıyordum ki telefon çaldı! Arayan büyük eltim`di… Heyecanla bana Mersinden yeni döndüğünü BELEN BAĞ`ı satın aldığını anlatıyor anlatıyordu,kulaklarım çınlamaya başladı sapsarı kesilmiştim yere yığılacak gibi oldum,telefon sesine yanıma gelen eşim halimi görünce elimden tutup koltuğa oturttu…Telefon kapandığında gözyaşları içinde kalmıştım…Eşime sesim çıktığı kadar bağırıyordum NASIL olur bu!!! Orası babamın babana emanet ettiği bir yer, Baban böyle bir şeyi nasıl yapar hangi vicdana sığar bu!!!Yıllarca meyvesini yediniz üzümünü sattınız emanete ihanet dedikleri bu olsa gerek…Eşim üzgün şaşkın “ Yabancı değil abimlere vermiş onun yerine bizde 3 incirin oradan yer ayırır oraya yaparız evimizi üzülme“ diyordu..O günlerde bu sahtekarlığı bozacak ne mali gücüm nede sağlığım müsait değildi mecburen yutmak zorunda kaldım…Yıllar geçti bu olayı unutamıyor o tapunun nasıl çıkarılabildiğini anlamaya çalışıyordum… Tesadüf bazen kısmet insanın ayağına gelirmiş. oğlumun okulu bitmiş kızımında bitmek üzereyken Mersine yeniden taşındık..Evimiz tapu dairesine kapı komşu gibiydi,İlk iş tapu müdürünü arayıp olayı anlatmak oldu, Adam şaşkın inanmaz bir halde beni dinledi ve kayıtları istedi,Tapuda yüzünü bile görmediğim ben doğmadan yıllar önce ölmüş olan Büyükbabam,bağ`ı Kayınpederime devretmiş görünüyordu o da büyük gelinine satış yapmıştı…müdürün odasından çıkarken olayı dinleyen bir memur arkadaş önümü kesip “Sizinle bir dakika görüşebilirmiyiz“ dedi..“Tabi buyrun ne söyleyecektiniz!“ Hanımefendi eltinizin burada çalışan bir komşusu vardı 3 bin lira karşılığında ne yaptıysa o kadın yaptı.“ Peki şimdi nerede o bayan?… “ Hataya tayini çıktı defolup gitti“ Olay anlaşılmıştı…Kayınpederime bu işi neden yaptığını mutlaka sormalıydım sordumda aldığım yanıt…Kusura bakma kızım, oldu bikere, ortanca kaynını evlendirmek için para gerekiyordu o sırada gelin çıktı geldi bize ölünceye kadar bakacaklarını yakın olmak istediklerini söyleyince baba yüreği işte kaynananında baskılarına dayanamayıp verdim elime para filan da geçmedi ya neyse bir buz dolabı alıverdiler işte! çok pişmanım çok! alanda sattıranda ,bir oldular yüzüme bile bakmıyorlar ama iş işten geçmiş oldu…
aylar sonraydı öğleye doğru kayınpeder çıkageldi yemekten sonra anlatmaya başladı… Küçük oğlunu askere yolcu etmekten geliyormuş en büyük oğlu cebine ikibuçuk lira koymuş onuda düşürmüş “köye gidecek dolmuş param yok“ dedi…İçini acıtan hikaye aynen şöyleydi… Keldöl (bu kayınpederimin çocuklarına kullandığı bir deyimdir) Şehre gidiyordu fidan ısmarladım akşam arabayla evin önünden geçtiklerini görünce sabah kapılarına gittim demir kapıdan içeri geçemedim ne kadar kapıyı çalıdımsada açan olmadı sıcağın alnında epey oturdum nafile açmadılar kapılarını, döndüm geldim bir kel`ime gitti anlatamam…Oğlum şimdi ikibuçuk lirayla aldığı yerin parasını ödediğini sanıyor o da düşmüş bir keleş oldu ki…derken ağlıyordu…Kayınpederim epey yaşlıydı çocuk gibi kandırılmaya müsait yumuşak sevecen bir yapısı vardı içim sızladı içimden geçen KUL HAKKI yemiyecektin babacım lafı boğazıma takıldı kaldı onu daha fazla üzmenin alemi yoktu…Ama ben bu olaydan çıkacak insanlık dersimi fazlasıyla almıştım …Hayallerimizi olduğu gibi çalanlar hala o toprakların üstünde oturuyorlar ilğinç bir detayda 600 yıldır yerinden oynamayan kayalar yerinden oynamış mazlum ahı mı tuttu acaba? Onlar bizim sadece hayallerimizi çalmadı sadece bana borçlu değiller torunlarıma ve onların gelecek nesillerine de borçlular bir gün gelip altına girecekleri o toprakları.. HAK DEYİNCE AKAN SULAR DURURMU Bilmem. yetim hakkı yemenin sonucu ne olur yaşayıp göreceğiz…

SON SÖZ;Adaletsizliği işleyen, çekenden daha sefildir. Eflatun

Başak Öztürk…

8 Eylül 2009 Salı

Bir müddet zeytin yiyeceğiz sonra...

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: \\\"Nazif Bey mi?\\\" dedi. Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti:
Bir müddet zeytin yiyeceğiz sonra...Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: \\\"Nazif Bey mi?\\\" dedi. Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: \\\"Nazif Bey mi?\\\" dedi. \\\"Evet, Nazif Bey!\\\" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla \\\"Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu.\\\" dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. \\\"Ya, öyle mi.?\\\" diyebildi sadece. Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini toparlayıp \\\"Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?\\\" diye sordu. \\\"Evet var, oğlu Selim Bey....\\\". Titrek bir sesle \\\"Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?\\\" dedi. Görevli hanım, insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye, \\\"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor; ama ben yine de kendisine bir haber vereyim.\\\" dedi ve telefona yöneldi.. Sonra \\\"Kim diyelim efendim?\\\" diye sordu. \\\"Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım.\\\" cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebessim bir çehreyle, \\\"Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti, lütfen beni takip edin.\\\" dedi. Beraber merdivenden çıktılar. İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, \\\'Buyurun!\\\' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, \\\"Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.\\\" dedi. \\\"Bendeniz de Selim Cebeci. Lütfen buyurun, oturun.\\\" dedi, genç iş adamı.Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz: \\\"Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl. Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim.\\\" dedi ve dudakları titredi, gözleri doldu. \\\"Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam.\\\" Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: \\\"Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktan da bahtiyarım.\\\" Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: \\\"Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?\\\" Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla \\\"Evet\\\" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı. \\\"Babamla sizi uzun yıllar aradık; ama bulamadık.\\\" dedi.Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve \\\"Sizi karşıma Allah çıkardı.\\\" dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı. \\\"Uzun yıllar beni mi aradınız? Peki ama neden?\\\" dedi. Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak \\\"Bizdeki emanetinizi vermek için...\\\" deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı. \\\"Emanet mi?\\\" dedi. Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi. Karşısındakine \\\"Gelebilir misiniz?\\\" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı. Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek, \\\"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum.\\\" dedi. \\\"Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. \\\'Sana bunun için burs vermedim.\\\' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum.\\\" dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotografına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı.Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu. Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:\\\"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...\\\"Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:\\\"Bir müddet sabredeceğiz, sonra...\\\"İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına gidip tabloyu iyice inceleyecekti; fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:\\\"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra...\\\" diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp, \\\"Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim.\\\"Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin bir nefes alarak: \\\"Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı. Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, \\\'Başka bir şey yok mu?\\\' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: \\\'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...\\\' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, \\\'Alışacağız.\\\' dedi. Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: \\\'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.\\\' diye haykırdı. Bunun üzerine babam: \\\'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.\\\' dedi. Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, \\\'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.\\\' dedi. Yürümeye başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, \\\'Yoruldum.\\\' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: \\\'Bir müddet yürüyeceğiz, sonra alışacağız.\\\' dedi.Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşları içerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: \\\'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.\\\' Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü. Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı. \\\'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyor musunuz?\\\' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı. Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı.Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve \\\'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime \\\'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.\\\' demiştim. Bugün ise, Allah\\\'ın yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı.\\\" dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım. Bu çoraplar her gün bana: \\\'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancın alacaklılarının hakkıdır.\\\' diyor\\\".Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı. \\\"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım.\\\" Selim Beye döndü ve \\\"Siz ne yapardınız?\\\" diye sordu. Selim Bey kendisine has tebessümü ile: \\\"Bir müddet zeytin yerdim, sonra...\\\" dedi ve gülümsedi. O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı. \\\'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.\\\' dedi. Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.\\\"Sevgili Mehmet Bey oğlum, Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı, ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım onu Rabb\\\'im bilir. Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu altınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım. Sevgilerimle, Nazif Cebeci.\\\"Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı. Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.